Nedense eline bakıp duruyordu. Baş parmağını kâğıt kesmiş, kurumasına izin verdiği kandan tabakayı izliyor; kalbinde bordo bir arayışın izleri, duvarlarda, damarlarında. İşlenmiş gözlerine kaybolanın gizleri. İçine dönmek ve görmek, o cömert yaraya saplanıverdi benliği. Yazılanla yaşayanın hayatının karıştığı yerdeyiz. Asansör kapısının açılmasını bekliyor, es geçilen binlerce kattan sonra içinde boğulduğu yaşama hayranlıkla bakıyoruz.
Sanırsam ihtiyaç yok güvenlik kameralarına. Ben körüm o ayılana kadar, bekliyoruz sarsılmaz çelikten asansörün kapısında. Çöküp bir sigara yakıyorum üçüncü katında bu sefil otelin. Aortumda begonviller, gövdeleri dikenli, parçalanıyor sessiz ayaklanmalar gibi. Ah nasıl da dağılıyor bedende, tek bir yarayı kapatmak için içten yırtılan binlerce kılcal, haykıran onlarca şiir ruhumda. Ben kahroluyorum! Bir tek o yanında beyaz tebeşirler taşıyacak kadar kin doluydu zamana. Bu yüzdendi bu asice bayılmalar ve yığılmalar kapı diplerine. Hata idi tüm resimleri çizebileceğini sanmak sokağa ve avuç içlerine. Tüm güzel resimler bozulurdu, bir damla insan kırmızısı damlayınca tuvale.
Tek bildiğim, ona nefesini hayallerimin sağlıyor olduğu; oda daraldıkça yüzler değişiyor, oksijen tükeniyor. Çünkü durdu zaman, zemin ve binlerce yaşantı, akabinde rüzgâr dudaklarını parçalıyor, sessizlik! Şimdi tüm aynalar silahına doğrultulmuşken ve böyle yere kapanmışken bedeni, açığa verdi balkonlar, denizlere anlattı her şeyi. Onca insan arasında bir tek ben suç ortağı olabiliyordum bu sahipsiz konuşmalara. “Tek bir hayatı ölüyoruz ancak çok fazla ölüm için hayattayız.” Kim bilir, belki zamanın üzerimizde ne kadar üstün olduğunu belirtmek için söylemişti bunu veya belki bir yakınını kaybetmişti. Veya onun için yaşam tekil ölüm ise gittikçe şiddetlenen bir çoğulluktu. Onun doğrusu buydu, şimdi hiç uyanmazsa ve kalkmazsa buradan; yaşadığından fazla ölmüş sayılacaktı. Karşılayamazdı sefil hayatı koskoca bir ölümü. Yaptığı, düşlediği, düşündüğü hiçbir şey üstün gelemezdi ölümün hegemonyasına. Ona göre… Uyanmasını sırf bu yüzden çok istiyordum; yaşam kattıklarına, tek başına gri bir eylem olan yaşamaktan daha fazla sarılması için. Bir şansı daha hak ettiği için…
Bu konuşmalara can veren hayal gücümü bir anlığına kendi tarafıma çekiyorum şimdi. Söylenen onca cümle ve şakaklarımdan inen ağdalı kelimelerin ardından, kendime gelmekte zorlanıyorum. Çalgıları ölüm ve yaşam olan bu kanlı sonat, kulaklarımı esir almış, sağırım. Tek duyduğum zihnimde bilinmeyenin çekimine kapılan meteorlar gibi sere serpe çarpışan düşüncelerim.
Gerçekten onun düşündüğü gibi miydi? Ölümün şartları mı vardı yaşarken karşılamamız gereken? Ölüm hep mi kazanırdı bize karşı? Anlayamıyordum. O orada baygın uzanıyorken tüm bu diyaloğa ulaşamayışın içerisinde onun duyumu nasıl bu denli cüretkâr olabiliyordu zihnimdeki hayata karşı. Hayatın sonuna benden daha yakın olmanın verdiği rahatlıkla yok oluşuyla kolayca işgal ediyordu ruhumu. Kurtulmam gerekliydi karanlıktan ve aydınlığa sanki ilk kez görüyormuşçasına sarılmam.
Geçen sürede farkında olmadan bitirip zeminde söndürdüğüm izmaritleri de toplayıp koridorun uzak sonundaki pencereye doğru yöneldim. Pencereyi açıp elimdekileri dışarı fırlattığım anda ondan taraftan gelen hareketlenmeyle irkildim. Şimdi uzaktan izliyordum. Kan tutmuş dedi birileri. Neticede o hikayesizdi; tatil beldeleriyle, koylarıyla, sahilleriyle ünlü olmayan bu dışlanmış kentin, zamanın iradesine bırakılan bir otelinin üçüncü katında… kan tutmuştu, o kadar! Ayağa kalktığında az önceki kalabalık uykusundan hala uyanamadığı belli oluyordu. Sendeliyor ancak ne bir yere ne de bir insana tutunmaya yanaşmıyordu. Neden sonra benimle buluştu bakışları, az önceki yarım-ölüm hiç gerçekleşmemişçesine yüzüne yerleştirdiği muzip gülüşle bakışlarını hiç ayırmadan yürümeye başladı. Beş adım kala dengesini topladı. Şimdi duruş olarak denktik. Normalde benden uzun olmasına rağmen zar zor ayakta durabildiğinden gözlerimiz birbirini aynı seviyede karşılamıştı. Bu denli yakından dahi zihnimde hangi duyumda canlandığını anlayamıyordum. Bir tanrı mıydı yoksa canavar mı? Siyah mı, beyaz mı? Yoksa bu tezatların periyodik olarak birbirine dönüşümü ile mi hayat buluyordu zihnimde, bilmiyordum. Mavi gözleri, tek tük saçı ve muhtemelen kırıktan kaynaklı şekilsiz bir burnu vardı. Sigara istedi. Sol kolu sürekli cebindeydi. Çakmağımın kan olmasını istemediğimden ben yaktım. İlk anda ona karşı savunmasız hissetsem de bu sessiz sinemaya alışıyor gibiydim. İlk kez bana bir şey anlatmak istercesine baktı. Ardından sağ baş parmağını bana gösterip bir adım geri gitti. Sorgusuzca parmağından damlayan kana odaklanmıştım. Yüzüne ciddi bir ifade takınarak, ışığın karanlığa karışımı gibi, ölümün de yaşama tam yaralarımızdan nüfuz ettiğini söyledi. Az önce yerde yatan bu hayali kişi şu anda düşünce olmaktan ileriye gitmiş, bana yarasından bahsediyordu. “Ölüm dünden alınan yaşantıyı hep tam örter, eşit adımlarla yürüdüğümüz yolları. Biz ölümle de yaşamla da aynı gün tanışırız.” Bunlar son sözleri oldu ayrılmadan önce, kim olduğunu bilmiyordum, asla da merak etmedim. Üç gün daha kalabilirdim ancak istemedim, eşyalarımı hızlıca toplayıp kendimi genişçe bir yola atana kadar sakinleşememiştim.
Şimdi tam dört yıl sonra bu zihin işgalinin sebebini hala idrak edemesem de sonuçlarını sindirebildim. Ona ne olduğunu bilmiyorum, o günün üstüne evime ulaştığımda tüm mevsimlik kurumuş çiçeklerimi saksılarıyla beraber hınçla dışarıya fırlatıp onlardan doğan boşluğu çok yıllık olanlarıyla değiştirmiştim. Birden fazla yaşasın diye bitkilerim. Solduktan sonra yine başlasın istedim serüvenleri. Ve bunu onlar için değil kendim için yaptım, yaşamak ve daha önemlisi yaşatmak için. İçimdeki cevheri dışarıya mal etmek için. Çünkü tüm bu hayat karmaşasını onun gördüğü kadar siyah beyaz görmek istemedim. Ölümü bekleyerek geçen bir yaşam yaşanmış sayılmazdı, bunu anlamalıydı. Kendinden bir şey vermeyen insanın ölümü, yaşamına üstün gelirdi belki. Lakin kendinden veren kişinin ölümü yaşamına az gelir ve insan öldükten sonra yaşattıkları ve yaşam kattıkları ile yaşamaya devam eder. Çünkü ölüm dahi yaşamın yaşattığı bir fikirden ileri gidemez, yaşam bitince ölüm de biter…