Bir ses… Gök gürültüsüne benziyor ama o kadar korkutucu değil. Aslında gök gürültüsünden çok korkarım. Ama bu ses beni korkutmadı. Çünkü gürültü gökten değil karnımın içinden geliyordu. Sonra anneme “Karnımın içinden sesler geliyor…” diye bağırdım. Nereden bilebilirdim ki evde yine yemek olmadığını. Bilseydim hiç acıkmazdım. Acıksam bile söylemezdim annem üzülmesin diye. Karnım konuşur, bağırır, gürler sonra susardı. Tıpkı babam gibi. Sahi, nerede benim babam? Neden gelmiyor artık hiç eve? Anneme sordum. “Cehennemin dibindedir inşallah.” dedi. Cehennemin dibine nasıl gidilir bilmiyorum ama annemin neden babamın oraya gitmesini istediğini çok iyi biliyorum.
Çok dayak yiyordu annem. Babam vurdukça vuruyor annende ölü gibi duruyor sadece bağırıyor, ağlıyordu. Babam cehennemin dibine gitti ama annemin morlukları gitmek bilmedi. Mor mor yaralar. Sırtında, kollarında,yüzünde her yerinde … Ben görmeyeyim diye saklıyordu hep ama ben görmüştüm o yaraları. Annemin canı çok yanıyordu. Biliyordum. Çok kızıyordum kendime. Engel olamadım. Oysa boyum biraz daha uzun olsaydı, kollarım biraz daha güçlü olsaydı devirirdim babamı, annemi korurdum. O kadar ıspanak yememe rağmen çöp gibi oluverdim işte. Korktum. Boyum kadar yüreğimle dur baba yapma demeye cesaretim yoktu. Yapabildiğim tek şey dip odadaki dolaba saklanıp sıranın bana gelmemesi için dua etmekti. Kapkaranlıktı dolap. Canavarlar yaşardı içinde ama ben hiç görmedim o canavarları. Oysa onlar bir çıksa karşıma, bir konuşabilsem onlarla belki dost olurduk. Hiç korkmazdım onlardan onlar da benim yerime babamı devirir, annemi ve beni kurtarır kahramanımız olurdu. Ama olmadı. Annem hep dayak yedi. Ben de hep saklandım.
Mızıka sesini duyunca anlardım dayağın bittiğini. Büyülüydü sanki bu mızıka. Babam mızıkayı çalınca bir rahatlama olurdu içimde. Çok güzeldi bu ses. Babam çalmayı pek beceremezdi ama mızıkanın büyüleyici sesi babamın beceriksizliğini örterdi. Oysa bir verseydi bana ne güzel öttürürdüm ben onu. Gerçekten büyülüyse o mızıka ben de çalar , babamı büyüler ve bir meleğe çevirirdim. Belki de o bundan korkup vermedi mızıkayı. Ama biliyorum, cehennemde olmaz melekler. Babam cehennemin en dibindeydi. Babam gitti. Mızıka da onunla birlikte gitti. Bir daha o üzerinde Gül desenleri olan simsiyah mızıkayı sadece rüyamda görebildim.
Bir ses daha geldi karnımdan. Ne ilginç. Babam eskiden yemeği beğenmez döverdi annemi. Şimdi babam yok yiyecek yemek de yok, dayak da. Yine duydum o sesi. Benimle konuşmaya mı çalışıyordu acaba? Belki de o arayıp bulamadığım canavarlar karnımın içindeydi. Bencil canavarlar. Mideye yemeği indirince susuyorlar. Tıpkı babam gibi. Bir ses daha… Ama benden gelmedi bu ses. Kapı çalıyor. Gelenin babam olduğunu sanıp korkuyla kapıyı açtım. Şükür ki annemdi. İki adam vardı arkasında. Karanlık dolabı sırtlayıp götürdüler. Anneme de para verdiler. Meğer annem o dolabı yemek alabilmek için satmış. Artık saklanacak bir dolabım da kalmadı. Hiç görmediğim canavarlarım da… Hepsini sırtlayıp gitti amcalar. Ama olsun, yatağım duruyordu en azından. Altına saklanırdım babam cehennemin dibinden gelirse.
Mis gibi kokular geldi mutfaktan. Gözlerimi kapadım ve içime çektim… Köyümüzü anımsattı bana. Domates biberle dolu o tarlalar. Şimdi orada olmak vardı. “Hadi, ye artık!” dercesine gürledi karnım. Bir tas çorba vardı. Ekmek yoktu. İkinci bir tas isteme şansım da yoktu. Ben gömüldüm çorbaya. Bir damla bile bırakmadım. Annem içmedi. Dolap satıp aldığımız parayı dikkatli harcamamamız gerekiyormuş.
Babam gidince borçlarını da beraberinde götürmemiş. Borç ne diye sormadım. Ne olduğunu biliyordum. Birilerine para vermek anlamına geliyormuş. Ama biz neden veriyoruz ki o parayı? Bizim paramız yok ki… Parası olanlar bize versin asıl. Eğer vermezsek haciz diye biri gelip bütün eşyalarımızı götürecekmiş. Zaten bir dolap, iki yatak, iki koltuk, parçalanmak üzere bir masa ve duvarda bir saat vardı evde. Haciz denen adam onları da alıp götürecekmiş. Haciz diye birini tanımıyorum. Üstelik bir de tanımadığımız birine borç veriyoruz.
Yine zil çaldı. Zıpladım. Bu sefer babam gelmiş olabilirdi. Ama o değildi gelen. Bir sürü adam bütün eşyaları alıp götürdü. Sadece duvardaki saat ve kıyafetlerimiz kaldı. Haciz amcayı göremedim. Hiçbirinin adı Haciz değildi. Aziz vardı, Rıza vardı, Halit vardı ama Haciz yoktu.
Çıplak kaldı yer. Soğuktu ama anneme söylemedim soğuk olduğunu. Sırtüstü yattım ve düşünmeye başladım. Ne çok adam geldi eve babam gideli. Önce karılarıyla birlikte geldiler. Dualar okuyup helva pişirdiler.( Helvayı hiç beğenmedim. Babam gitmemiş olsaydı helvayı yapan kadınları sıradan döverdi.) Sonra da karıları olmadan geldiler. Annemle odadan çıkmak bilmediler. Para verip gittiler. Şimdi de Haciz amcanın adamları eşyalarımızı alıp götürdü. Ne çok insan varmış meğer hayatımızda. Oysa hiçbiri durdurmadı babamı annemi dönerken. Kimse korumadı benim annemi. İşte yine ağlıyor. Sarılmaya çalıştım ama itti beni. Babama mı benziyorum acaba? Niye sevmiyor beni? Onu korumadım diye mi?
Uyuyakalmışım düşünürken. Uyandığımda annemin hıçkırıkları ve saatin tik tak sesleri geliyordu kulağıma. Karnımdaki sesler de onlara eşlik ediyordu. Ben de ağladım. Daha fazla dayanamadım. Sonra annem sustu. Ben de sustum ama karnımdaki susmadı. “Kalk gidiyoruz!” dedi. Kalan üç beş kıyafetimizi de alıp yola çıktık. “Nereye?” dedim. “Büyük dayıya.” dedi.
Çok korkunç adam şu büyük dayı. Kap kalın kaşları hep çatık. Gözlerini kısar öyle bakar etrafa. Sesi öyle gür ve kalın ki bağırmasa bile sinirli çıkar sesi. Çocukları da sevmez. Mahalledeki ağabeyler onun çocukları mideye indirdiğini, karnının o yüzden yusyuvarlak olduğunu söyledi. Demek ki yediklerini hemen sindirmiyor. Çocukları midesinde bekletiyor. O yüzden karnı kocaman, şişik ve yuvarlak duruyor.
Önce istemedi bizi. “O***” dedi anneme. Babam gidince eve almadığı adam kalmamış. Öyle dedi. Anlamını bilmediğim bu kelime çok yıprattı annemi. “Çocuğumun karnı doysun.” diyebildi. Babam keşke beni de götürseydi. Annem hep ağladı benim yüzümden. Neyse, büyük dayı dayanamadı sonunda. İçinde bir yerlerde varmış bir yüreği. Beni okutacağını söylemiş. Ama fark etmez. Annemi bir daha üzmesin yeter.
Eve girdiğimde bir şatodayız sandım. İçerisi büyüleyici güzellikteydi. Yerler damalıydı. Duvarlardaki kitaplar büyü kitabı olmalıydı. Dışarıdaki o su fışkırtan şey de kazan olmalıydı. Zaten dayının da tıpkı Gargamel’in olduğu gibi bir kedisi bile vardı. Mis gibi bir de koku geldi burnuma. Bizim için yemek hazırlatmış. O kadar çok çeşit vardı ki karnım heyecandan sesler çıkarmaya başladı. Hemen oturdum. Hepsini yedim. Annem yemedi. Nedenini anlamadım. Buraya gelmeyi isteyen oydu ama şimdi yemeklerini bile yemiyordu.
Akşam olmuştu. Odamıza gittik yatıp uyumak için. Sıcacıktı yatak ama yine de huzursuzluk vardı benim içimde. Bu gece de annemin hıçkırıklarıyla uyudum.
Sabah kalktığımda annem banyodaydı. Ağlamaya orada devam ediyordum. Ben de aşağıya indim. Büyük dayı beni çağırıyordu. Elinde bir şey vardı. Beni kandırdığından emindim. Annemin yanımda olmamasından faydalanıp beni de midesine, o çocukların yanına yollayacaktı. Ama gülümsüyordu ilk defa. İçimdeki huzursuzluk arttı. Korkuyla yaklaştım. Yaklaştıkça netleşti elindeki şey. Uzun, dikdörtgen bir şey. Yeşil ama kırmızı kareli desenler var üzerinde. Delikleri var. Tabii ya! Bir mızıka bu. “Gel” dedi. Ben de koşarak gittim yanına bu sefer. Aldım elinden mızıkayı. Artık beni yese de olurdu. Benim de bir mızıkam vardı artık. “Haydi öttür şu mızıkayı.” dedi. Ben de üfledim deliklerinden. Daha da çok gülüyordu. O güldükçe ben daha da hızlı üflüyordum. Ne güzel gülüyordu bu adam. Güneş doğuyordu yüzüne. Mızıkanın çığlıkları arasından bir çığlık daha duyuldu.
Evdeki o temizlikçi kadının çığlığıydı bu. Bir böcek görmüş olmalıydı. Bilir misiniz ben hiç korkmam böcekten. “Kadını korurum” umuduyla fırladım yukarı. Banyodan geliyordu ses. Ama böcek değildi yerdeki. Annemdi. Elindeki bir bıçağı saplamış karnına kanlar içinde yatıyordu. Mızıka elimden düştü. Kan oldu. “Annen iyi” dediler, odama yolladılar beni.
Ertesi gün eve babam gittiğinde gelen teyzeler geldi. Dayıya sordum. “Babanın yanında” dedi. Önce inanamadım ama sonra helvayı yapan teyzelerin konuşmalarını duydum. “Sonunda gitti kocasının yanına, önce kocasını yolladı sonra karnındaki bebeyle peşinden gitti. Kim bilir kimden peydahladı, kocalarımızın aklını aldı.” Annemin kimsenin aklına ihtiyacı yoktu. O çok zeki biriydi. Güya geleceğimi karartacakmış! Annem paramız olduğu zamanlar bana hep mavi boya alırdı. Eğer gelecek bir renge boyansaydı annem benimkini siyaha değil maviye boyardı. Burada helva yapmayı bile beceremeyen bu kadınları dinlemek yerine annemi bulmaya karar verdim.
Cebimde kanlı mızıkam, düştüm yollara. Sokak sokak gezdim. Sonra bir kuşa rastladım. Bu yaramazlık yaptığımda anneme beni şikayet eden kuş olmalıydı. Onu takip ettim. Ne kadar koşsam da ardından, onu ancak bir ormanın içine kadar takip edebildim. Sonra birden gözden kayboldu. Kelebekler uçuşuyordu etrafta. Birini durdurup yardım istedim. O da zaten bir günlük ömrü olduğunu, bana ancak ağaçların yardım edebileceğini söyledi. Ben de bir ağaca koştum. O ise boyunun yeterince uzun olmadığını, ulu ağaca gitmem gerektiğini söyledi. Sonunda sıra geldi ulu ağaca. O kadar büyüktü ki neredeyse göğe değecekti o yemyeşil dalları. Ama pek yüz vermedi ulu ağaç. “Şu sincapları önce bir kovala üzerimden rahatsız ediyorlar.” dedi. Ben de onları kovalamaya başladım. Ne inatçı yaratık şu sincaplar. Gitmek bilmediler. Üzerime zıpladılar, ağaca zıpladılar sonra ben bağırarak kovalayınca kaçıştılar. Ben tıpkı babama benzemiştim onlar da bana. Birden “Yok!” diye bağırdı ulu ağaç. “En gökteki yıldızlardır ona git” dedi. Ben de yıldızlara gittim. Kuyruklu bir yıldız yanıma geldi ve “Tut kuyruğumdan, seni bilge ay dedemize götüreceğim” dedi. Kuyruğundan tuttum. Tam aya yaklaşıyorduk ki annem belirdi gökyüzünde. Gülümsüyordu. “Git” dedi. “Dön geri ve büyü güzelce” Bunun üzerine yıldızlar bıraktı beni. Tam düşüyordum ki şıçradım birden. Meğer rüyaymış. Yine düşünürken uyuyakalmışım. Hemen dayıya koştum. Teyzeler hâlâ evdeydi. “Annem geldi mi?” diye sordum. İçlerinden en çirkini “Birisi şu çocuğa cehennemin dibine gidenlerin bir daha asla geri dönmeyeceğini anlatsın.” dedi. İşte tam o zaman fırladı yerinden dayım. Tavuk kovalar gibi kovaladı hepsini. Çatıktı kaşları. Bir canavara benziyordu tıpkı. İşte benim gücüm yetmiyordu ama canavar bir dostum vardı artık bir de mızıkam.
Dışarı çıktım. Sonra yere, çimlere uzandım. Bir bulut bana annemi anımsattı. Sonra çıkardım mızıkamı ve öttürmeye başladım buluta doğru. Gözlerimi kapadım. Açtığımda o bulutların yerini kapkara bulutlar kaplamıştı. İşte bu da babam olmalıydı. Gök gürledi ama ben hiç kormadım. Gözlerimi tekrar kapadım. Yağmur damlaları karıştı gözyaşlarıma. “Büyüyeceğim” dedim. “Büyüyeceğim anne…”