Ölüm Ödülü Muhakemesi

“Ve şimdi de şehrimizin bu ödülü vermeye layık gördüğü en önemli kişiyi davet ediyorum.”

Yaşar biraz gergindi oysa. Ayakları titreyerek çıkıyordu sahne merdivenlerini. Gergindi, çünkü gururluydu. Duruşunu dikleştirdi. Sahneye, ödüle ve alkışlara hazırdı artık.

“Yaşar Bey, ne diyeyim? İyi ki varsınız, Kahveçimen ülkesine yaptığınız bu hizmet unutulmayacak. Bu hizmetinizle ne kadar sadık bir vatandaş olduğunuzu kendinize ve halkımıza kanıtladınız.”

Yaşar biraz da olsa utanarak cumhurbaşkanı Orhan’a yaklaştı.

“Ne demek Orhan Bey, ne yapıyorsak ülkemiz için yapıyoruz. Halkım olmasaydı ben var olamazdım. “

Ödülü tutarken biraz tuhaf hissediyordu. Mutlu muydu, yoksa absürt bir durumun içine mi sıkışmıştı? Yaşar, insan içinde olmaktan nefret ederdi. İnsanların gözü önünde olmaktan, kimsenin umursamadığı cümleler kurmaktan ve bu cümleleri kurarken harcadığı efordan nefret ederdi. Konuşmaya hazırlanan Orhan Bey’e baktı.

“Evet, değerli vatandaşlarım! Bugün burada toplanmamızın sebebini bittabi hepiniz biliyorsunuz. Ancak tekrar sözcüklere dökmek gerekirse… Yanımda duran bu çok değerli arkadaşım, sayın Yaşar Bey, zavallı ülkemiz için tehdit oluşturan bir canavarı ortadan kaldırdı bugün. Hepinizin bildiği üzere neredeyse üç yıldır yakalamaya çalıştığımız, her gün lanet ettiğimiz Sinan adında ve kendini bu ülkenin vatandaşı zanneden bir yazar sorunumuz vardı. Ülkemiz hakkında, benim hakkımda yazıp çizen, kendince fanteziler kurup üreten bir şaklabandı bu Sinan denen soysuz. Ancak bu kahraman, evet Yaşar sensin, bugün adeta bir tanrı evladı gibi hınçla çıktı onun karşısına. Hak ettiğini yaşattı ona. Tek bir bıçak darbesiyle yere serdi namussuzu. Vatandaş dediğin böyle olacak! Bizim fantezi yazıp çizene değil, böyle sadık ve güvenilir vatandaşlara ihtiyacımız var. Bu ülkenin başına gelebilecek en sadık vatandaş olarak seni Yaşar, Sonsuz Bağlılık Ödülü’yle onurlandırıyorum.”

Bu fazlasıyla uzun konuşma Yaşar’ın canını sıkmıştı. Bir an önce, her neyse bu elinde tuttuğu ödül, onu alıp evine gitmek istiyordu sadece. Yumuşak beyaz koltuğuna yatmak ve kedisini kucağına almaktı şu an tek derdi. Yüzüne yalandan bir gülümseme yerleştirdi. Sanki kendi bir cumhurbaşkanıymış gibi ödülü tutmadığı eliyle halkı yapmacık bir edayla selamladı. Olay tuhaftı.

“Teşekkür ederim! Aslında bu bir ödül hak ediyor mu bilmiyorum. Ben yapılması gerekeni yaptım. Bu ülkede yetiştiğimin, alabileceğim en iyi eğitimi aldığımın bir kanıtıdır. Kendimle gurur duymaktan ve övünmekten ziyade, yaptığım şeyin doğruluğuna inanıyorum. Benim yerimde kim olsaydı bunu yapardı, en azından ben buna inanmak istiyorum. Sadece bu şerefe nail olacak kadar şanslı ve basit bir vatandaştım ben. Coşkuyla karşıladığınız, ve bu tören için buralara geldiğinizden dolayı, şükranlarımı sunarım. Hula Hula Kahveçimen!” son üç kelimeyi tekrar eden halkın senkronizasyonu arasında çıktığı merdivenleri geri indi. Elindeki anlamsız ödüle baktı. Acaba evinin yakınında herhangi bir çöp kutusuna atsaydı onu da hapse atarlar mıydı?

Evine vardığında ödülü evin en sevmediği köşesine yerleştirdi. Kendine bir çimen likörü hazırladı. Sadece rahatlamak istiyordu. Daha önce okuduğu bir gazeteyi eline aldı. Şu an yapılabilecek en iyi şey kafasını doldurmayan, sakin ve rahatlatıcı bir olaya ihtiyacı vardı.

Haberleri okurken aslında hiçbir şey anlamadığına kanaat getirdiğinde, gazeteye harcanan kağıtlara saygısızlık etmemek icabıyla yerine bıraktı. Likörünü tazeledi ve beyaz koltuğuna tekrar gömüldü. İçinde bir sıkıntı vardı. Kafasında oturmayan bir şeyler…. Mutlu olması gerekirdi aslında. Hak etmişti bu ödülü. O yazar müsveddesi de ölmeyi hak etmişti. Bir romancı ne diye yaşardı ki? Eğitimini aldığı

şeyi yapmıştı. Bir sanatçı yaşamayı hak etmezdi. Onlar sadece toplum düzenini bozmak ve halkı galeyana getirmek için programlanmış şeytani sürüngenlerdi. Mutlu olmalıydı, gururlu…Neydi öyleyse sorun? O da mı bir asiydi yoksa? Sinsi, iğrenç, sanatçı ruhlu ve vicdanlı bir asi miydi? Öyleyse o da ölmeliydi. Aynı o kokuşmuş yazar gibi. Lanet etti yine. Yeterince derdi yokmuş gibi kafasını yine bir milyon saçmalıkla doldurmuştu.

Ocakta kızarttığı etini kahveye buladı Yaşar. Bir et daha ne kadar iyi olabilirdi? Kedisi Yaşar’ı tüm gün yaptığı gibi rahatsız etmeye devam etti. Derdi neydi bu soytarının şimdi? İşi gücü yokmuş gibi! Ayağıyla iteledi çirkin kedisini. Şu an en son efor harcayacağı şey bu yaşlı ve suratsız kediydi.

Yemeğinin yanında üçüncü bardağını içiyordu çimen likörünün. Bu likör de ne çabuk bitiyordu! Yaşar, yemek yerken bir şey düşünmeyi, bir şey izlemeyi ya da bir şey okumayı pek sevmezdi. Onun için her aktivite kendine özeldi. Biri birine karışırsa önemi yitirir, anlamsız bir faaliyet haline gelirdi. O yüzden yemek yerken sadece yemeği düşünür ,onu izler, ona varyasyon üretirdi. Çünkü yemek günün en güzel aktivitesiydi, ve başka safsatalarla kirlenemezdi.

Ancak durum şuydu ki, hayatında ilk defa Yaşar, yemeğe bir türlü odaklanamıyordu. Bu lezzetli etin tadını alamamak onu çıldırtmıştı. Neydi aklındaki? Şu serseri yazar mı? Nesi vardı şimdi, düşünecek ne vardı da böyle yemeğinden ediyordu onu? Neydi adı? Sinan. Pis Sinan!

Yemekten keyif alamayınca haliyle tabağını sertçe itip kalktı masasından. Yatak odasına geçti. Bugünün biteceği yoktu, kendi sonlandırmalıydı. Aynı Sinan’ın hayatını sonlandırdığı gibi.

Olmuyordu. Sürekli bambaşka bir formu aklına geliyordu yaşadığı şeyin. Başka bir şey düşünmesi gerekiyordu. Gurur duyulacak bir şeyi düşünmesi normaldi belki de. Yanında duran raftaki kartpostallara baktı. Yaklaşık 20 adet kartpostalı vardı. Ülkelerden çıkış yasak olduğu için farklı yerlerden edinebildiği tek arkadaşlıklar mektup cinsindendi. Mektup arkadaşlarıyla birbirlerine ara sıra attıkları değişik kartpostalları anı olsun diye neredeyse aylardır saklıyor ve en yakın köşesinde tutuyordu. Burada pek arkadaşı yoktu. Yüz yüze iletişimde pek iyi sayılmazdı ama yazıya döktüğü kelimelerle arası gayet iyiydi. Bir yazar budalasından daha iyi.

Ardından çılgınca bir düşünce geçti aklından. Ya gidebilseydi oralara? Eline aldığı ilk kartpostala baktı. Karbölen’di burası. Kaçabilir miydi? Bu onu vatan haini yapabilirdi. Hele ki bir süre ilgi odağı bir vatandaş olacakken yakın zamanda buna kalkışması pek sağlıklı olmayabilirdi. E ne yapmalıydı o zaman… Yaşar’ın en kötü -bazı durumlarda en iyi- özelliği bir şeye taktığında başka bir şey düşünememesi ve tam anlamıyla bir obsesife dönüşmesiydi. Bu durumda yapılacak şey çok açıktı. Ancak Kahveçimen’den, daha doğrusu herhangi bir ülkeden öyle elini kolunu sallayarak çıkmak mümkün değildi. Kahveçimen okyanusa kıyısı olan bir ülke olduğu için Karbölen ile arasında ticaret işlemleri dönüyordu. Yılda sadece bir kere gerçekleşen bu işlemin tarihini şanslıysa kaçırmamıştı.

Sakince salona yürüdü ve duvardaki kocaman sarı takvime baktı. Evet, bir hafta vardı daha geminin gelmesine. Peki bu bir hafta nasıl geçecekti? Yaşar şanslıysa eğer, bu sefer diğerlerinde olduğu gibi yemeden içmeden kesilmezdi.

Derken olanlar oldu. Yaşar hiç bu kadar saplantılı hissetmemişti kendini. Korkunç bir bağımlılık duyuyordu. Sanki aklına bu fikir ve yüreğine bu cesaret gelmeseydi, hayatının ışığını sonsuza dek kaybetmiş, yolsuz bir gezgin gibi sürünecekti. Hayır, bu hiç sağlıklı değildi. Kendine acilinden bir iş bulması gerektiği için suratsız kedisini alıp şehrin büyük parkına doğru adımladı.

Dışarı çıktığında geçtiği her sokağın ilgi odağıydı Yaşar. Sanki herkes adeta tapıyordu ona, cesaretine. Cesaretini takdir ediyorlarsa bu iyiydi. Bir hafta sonra misline ihtiyacı olacaktı.

Bu altı gün böyle sancılı, sıkıcı ve çirkin kedisiyle geçti. Hayatının ışığı olarak gördüğü bu olay için harcamış olduğu altı günün bir ziyanı yoktu onun için. Zaten daha iyi ne yapacaktı sanki?

Son gece sırt çantasını hazırlarken kalbi deli gibi atıyordu. Adeta yerinden çıkmasından endişelenir gibi iki elini göğsüne yerleştirdi. Birkaç saniye sakinleşmek adına bekledi ve kedisini inceledi. O kadar da çirkin değildi belki. Gerçi huyları o kadar berbattı ki yüzünün sevimli olması onu daha fazla değerli yapmıyordu. Birkaç aydır ilk defa kedisine yaklaştı, ve sanki çok garip bir şey yaparmışçasına kafasını okşadı. Kedi de olayın travmatik etkisinden olacak şaşkınlıktan garip hareketler yapmaya başladı. Yaklaşık on saniye sonra sakinleyen kedi sahibine doğru şefkatli birkaç adım attı. Aralarında aylardır ilk defa böyle yoğun ve samimi bir an geçiyordu ve ikisinin de kendinden geçtiği suratlarındaki sersem ifadeden okunuyordu. Yaşar bi an tökezledi. Kedisini burada bırakamazdı. Aklı neredeydi!? Hemen kedisi için de küçük bir bohça hazırlamaya başladı. Bir yandan da söyleniyordu.

“Aklım nerde? O yarım aklım nerde benim? Nasıl bırakacaktım az kalsın seni Persi! Aklım bir karış havada. Gel buraya. Bana bak, ses çıkarmak katiyen yasak. Miyav yok, asla! Anladın mı?”

Kedi pek anlamışa benzemiyordu ama Yaşar onu yine de çantasına atıp fermuarı biraz araladı. Cama yaklaştı. Limanı az da olsa görebileceği sakin, ahşaptan bir evi vardı. Cama yaklaştı, ince perdesini biraz aralayarak olanları izlemeye koyuldu. Yaptığı gözleme göre gemi yakında limanda olurdu. Çalışanlar ciddileşmeye başlamışlardı bile. Bir hazırlık içerisinde oldukları belliydi. Yaşarı’ın vücudu gerildi. İlk defa yasalara aykırı bir işe kalkışacaktı ve bunun ne anlama geldiğini düşünemeyecek kadar fikir sarhoşuydu.

Tamamdı! Geminin burnu camdan görünecek hizaya gelmişti bile. Son kez evine baktı. Lazım olan her şeyi almıştı. Şanslıysa bu evi bir kez daha görebilecekti. Eğer her şey kitabına uygun giderse….

Çantasını kaptı, mutfağa gidip ışığını açtı. En azından uzun süre dönmezse bu onu bir süre idare ederdi. Sabah yediği çikolata barını eline aldı. Dolaptan birkaç erzak doldurdu çantasına. Nasıl bir yere gittiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Gittiği yere dair bildiği tek şey sonsuzluğa uzanan bir şelaleye sahip olduğuydu.

Liman yolu uzadıkça uzuyordu. Yol iyice sıkıcılaşmıştı ve Yaşar da gittikçe huysuzlaşıyordu. Yapacağı iki basit hamle vardı, kimseye gözükmeden gemiye binecekti ve kimseye gözükmeden inecekti. Çalışanlar farklı işlerle uğraşırken ve yer yer dağılmışken işinin minimum hasarla bitmesini umdu. En uygun zamanı kollamalıydı şimdi.

Kolilerden oluşmuş bir kulenin arkasına saklandı önce. Tüm çalışanlar bir ürün kapıp tersi yöne hareket ederlerken aceleyle gemiye atladı. Sarsılma sonucu Persi’nin çıkardığı garip ses haricinde her şey yolunda gitmişti. Gemide kendine güvenli bir yer buldu ve yolculuk bitene kadar düşünebileceği birkaç konu başlığı seçti.

Gemiden inmek, çıkmaktan çok daha kolaydı. Sanki bir güverte elemanı gibi elini kolunu sallayarak turist çantasıyla sakince indi. Burası nasıl bir yerdi? Sanki başka bir evrene gelmişti. Her şey çok farklıydı. Binaların tasarımı, şeritler, insanların giyim tarzı, arabaların dizaynları… Burası her anlamda bambaşka bir ülkeydi. Karşılıklı iki ülke birbirinden nasıl bu kadar ayrı iki dünya olabilirdi?

Burada nasıl konaklayacağını düşündü. Otel olması mümkün değildi çünkü ülkeler arası giriş çıkış yasaktı. Genellikle turist harici birinin konaklaması da nadir rastlanan ve efor harcamaya değmez bir olaydı. O zaman ne yapmalı…. Kabaca bir yalan düşündükten sonra restoranlardan birine oturup menüden oldukça garip bir şey sipariş etti ve insanları gözlemeye başladı. Ona en samimi ve sıcak gelen kişiyi gözüne kestirdiğinde yemeğini bitirene kadar bekledi ve planını gözden geçirdi.

Bu ilginç yemeğin ardından seçtiği hedefe doğru yaklaştı.

“Merhaba! Uzun zaman oldu, nasılsınız görüşmeyeli?” Karşısındaki haliyle ufak bir şaşkınlıkla, ardından zoraki bir kibarlıkla numara kesmeye başladı.

“Merhaba, teşekkürler. Sizi sormalı?”

“İyiyim, nasıl olsun… Aslında pek iyi sayılmam. Karımla şu korkunç kavgalarımızdan birini ettik. Kedimizi ve beni evden attı. Şimdi de sokakta böyle umarsızca geziyorum. Buraya evden atılmış erkekler için bir düşkünler evi açılmalı!” Samimiyetsiz bir kahkaha eşlik etti sözlerine. Karşısındaki de zorla ufak bir tebessüm ekledi bu cümleye.

“E buyurun bende konaklayın bu gece. Kafa kafaya vererek bir çözüm buluruz ertesi güne. Hem eski bir dostu kırmak olmaz değil mi?” Yaşar müthiş bir hafifleme hissetti vücudunda. Yaptığı ucuz numara isabetli olmuştu.

“Size rahatsızlık vermekten her ne kadar çekinsem de ihtiyacım olduğunu inkar edemem. Nazik teklifiniz için müteşekkirim.”

Birlikte bu tanıdık yabancının evine adımladılar. Bu esnada Yaşar gerçek bir turist edasıyla geçtikleri sokakları en ince detayına kadar izliyordu. Adeta meraklı küçük bir oğlan çocuğuydu. Bu farklı diyarı görmesi için Persi’yi de çantasından çıkartıp kucağına aldı.

“Kediniz de pek sevimli oysa, nasıl kıydı karınız o zavallıyı evden atmaya?”

“Pek gaddar gördüğünüz üzere.” Gülümsediler. Yol pek uzun değildi.

“Burası da benim fakirhanem. Buyurun lütfen, geçin.” Ev çok farklıydı. Kahveçimen’deki tasarımlarla, mimari işçiliklerle zerre alakası yoktu. Bir yandan hoşuna giden bu farklılıkları garip bir merakla inceledi.

“Tıpkı bir müşteri gibisiniz. Sanki evi tutacakmış gibi bakıyorsunuz.” Yabancı tatlı bir kahkaha attı. Yaşar da ona hafif bir endişeyle karşılık verdi.

İki kadeh içecek doldurup getiren yabancıya minnetle baktı Yaşar.

“Nedir bu içtiğimiz?” yabancı neredeyse şok olmuş gözlerle süzdü Yaşar’ı.

“A-a! Delirmeyiniz? Meyan kökü şarabını bilmiyor musunuz? Nasıl Karbölenlisiniz siz?” Yaşar zorlamanın alemi yok edasıyla açıklamaya koyuldu.

“Şey, aslında ben buradan değilim. Sakin olun lütfen! Evet biliyorum, bu imkansız. Bir çılgınlık yaptım. Yalan söyleyerek yaşam alanınızı istila ettiğim için affedin beni. Başka çarem yoktu. Beni bağışlayabilecek misiniz?” Yabancı tereddütle süzdü Yaşar’ı.

“Peki, yalnızca cesaretinize duyduğum saygıdan ötürü.”

Yaşar kısaca geliş hikayesini anlattı. Neden gelmeye karar verdiğinden ve Kahveçimen’den bahsetti. Bunlar konuşulurken karşısındaki yabancının adının İhsan olduğunu öğrendi. Birlikte derin ve samimi bir sohbet ettiler. Derken Yaşar aldığı ödülden ve onun arka planından bahsetmeye başladı. Öyle gururla anlatıyordu ki… Başı dimdik, omuzları gergin ve bakışları keskindi konuşurken. Adeta bir şampiyondu o an, tapılası bir varlık…

İhsan duyduklarını tepkisizce dinledi. O mevzudan sonra da pek bir şey konuşulmadı. Yaşar’a basit bir yatak yaptı ve kendisi de yatak odasına çekildi.

Ertesi gün yaşar sarsılarak uyandı. Tepesinde birkaç yanık tenli ve üniformalı adam Yaşar’ı saygısızca dürtüyordu. Onu zorla kaldırdılar ve bir arabaya bindirdiler. Geldiği yer bir yönetim binasına benziyordu. Her şey oldukça resmi ve şıktı. İçinde nedense hiç korku yoktu. Ama olan bitene anlam verebildiği de söylenemezdi.

Binadaki en şık giyimli, muhtemelen ülkede önemli bir pozisyona sahip biri vardı karşısında. Bunu duruşundan ve bakışlarından, tabii ki ek olarak gösterişli kıyafetlerinden anlamıştı.

“Sizi ülkeme kaçak girmekten, ve ülkemden ayrılan vatandaşımı, çok değerli sanatçı arkadaşımı öldürmekten dolayı idam cezasına mahkum ediyorum!”

Yaşar nedense pek şaşırmadı. Bu zamana kadar yaşadığı her şey absürt ve manasızken, yeni macerasında başına bir şey gelmemesinin imkanı yoktu. Dün gece belki şarabın etkisiyle çok konuşup, güvenmemesi gereken birine zırvalamıştı. Ama İhsan masumdu. Ona kızacak hiçbir sebebi yoktu. Bu noktada şaşırdığı tek şey, sanatçıdan bahsederken ona değerli sıfatını eklemesiydi. Bir sanatçı nasıl olur da değerli olabilirdi? Kahveçimen’de böyle asi ve zararlı birinin yaşamaya hakkı yokken burada nasıl olur da ayrıcalıklı, saygıdeğer biri olurdu? Kafasında bu kültür-değer ayrımını bir türlü çözümleyemiyordu. Bir tarafta yaptığı eylem ödülle ve saygıyla sonuçlanırken, diğer tarafta gördüğü muamele sözü edilemez derecede aşağılayıcı ve sonucu ölümle biten bir sahneydi.

“Peki.” Cevabıyla yetindi. Yaşar’ı apar topar bir nezarethaneye fırlattılar ve ertesi gün idam edileceği haberini verdiler. Yaşar’ın içi rahattı çünkü İhsan’ın kedisine bakacağını biliyordu. Persi korkar mıydı, üzülür müydü endişesi taşımıyordu yüreğinde. Ne de olsa kediler nankör yaratıklardı.

Share on facebook
Share on twitter
Share on linkedin
Share on google
Share on pinterest
Share on telegram

Yazar

Yazar

Grafiker

Grafiker